BERCESTE VE İZAHI – 148–
BERCESTE VE İZAHI – 148–
1. Hz. Mevlânâ’nın Beyti Üzerine Bir Tahlil: Teceddüdün Lüzumu
Beytin İktibası
Farsça Metin:
هر روز خوشست منزلى بسپردن
چون آب روان فارغ از افسردن
دى رفت و حديث دى چو دى هم بگذشت
امروز حديث تازه بايد كردن
Latin Harfleriyle:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fâ’
Her rûz hoşest menzilî besporden
Çun âb-ı revân-ı fâriğ ez-efsorden
Dî reft u hadîs-i dî çü dî hem bogzeşt
İmrûz hadîs-i tâze bâyed kerden
Hz. Mevlânâ
Günümüz Türkçesiyle İzahı:
Her gün bir menzilden kalkmak, her gün bir konaktan göçmek, donmamak için akarsu gibi akıp gitmek ne hoş.
Düne ait söz, dünle birlikte geçip gitti.
Bugün yeni şeyler söylemek lâzım.
İzah ve Tahlil
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye atfedilen bu Farsça beyit, hayatın dinamik yapısını ve sürekli bir teceddüt (yenilenme) içinde olmanın ehemmiyetini veciz bir şekilde ifade etmektedir. Beyit, felsefi derinliği olan bir hayat düsturu sunar.
İlk mısralarda, hayat bir yolculuğa benzetilir. Bu yolculukta her gün yeni bir menzile doğru hareket etmek, bir önceki konaktan ayrılmak “hoş” olarak nitelendirilir. Burada donukluk, atalet ve tekdüzelik tenkit edilir. Misal olarak “âb-ı revân” yani akan suyun verilmesi son derece manidardır. Akan su, duru, taze ve hayatiyet doludur; duran su ise zamanla bozulur, kokar ve hayat verme vasfını yitirir. İnsanın da manen ve fikren donmaktan, yani atalete düşmekten kurtulması için sürekli bir akış ve hareket hâlinde olması gerektiği vurgulanır.
Sonraki mısralar ise bu fikri zaman zaviyesinden ele alır: “Dî reft u hadîs-i dî çü dî hem bogzeşt” (Dün gitti ve düne ait söz de dün gibi geçti). Bu ifade, geçmişe takılıp kalmanın anlamsızlığını ortaya koyar. Dün, tecrübeleriyle, dersleriyle ve hatıralarıyla geride kalmıştır. Dünün sözünü, dünün anlayışını bugüne olduğu gibi taşımak, akan nehirde aynı suyla ikinci kez yıkanmaya çalışmak gibidir. Geçmiş, bir ibret nazarıyla bakılacak bir levhadır, fakat ayaklara vurulacak bir pranga değildir.
Beytin zirve noktası ve ana mesajı son mısrada verilir: “İmrûz hadîs-i tâze bâyed kerden” (Bugün yeni, taze bir söz söylemek gerekir). Bu, sadece lafız olarak yeni bir söz söylemek değil, aynı zamanda yeni bir anlayışa, yeni bir bakışa, yeni bir hale bürünmek demektir. Kâinat her an yeniden yaratılırken, her an ilahi tecelliler tazelenirken, insanın fikren ve ruhen sabit kalması, tabiatın ve hilkatin yapısına aykırıdır. Bu mısra, insanı taklitten tahkike, ataletten faaliyete, geçmişin esaretinden anın ve geleceğin inşasına davet eden bir çağrıdır.
Hikmetli Makale: Akan Su Misâli Hayat ve Taze Sözün Kudreti
Tabiat, dikkatli bir nazar ile bakıldığında, en büyük muallimdir. O, insana sürekli olarak değişimin ve hareketin hayatın esası olduğunu fısıldar. Donmuş bir göl ölüme, akan bir nehir ise hayata işarettir. Hz. Mevlânâ, bu cihan şümul hakikati ruhunun derinliklerinde hissetmiş ve onu hikmet dolu bir beyitle ebedileştirmiştir:
Her rûz hoşest menzilî besporden
Çun âb-ı revân-ı fâriğ ez-efsorden
Dî reft u hadîs-i dî çü dî hem bogzeşt
İmrûz hadîs-i tâze bâyed kerden
Bu mısralar, bize hayatı durağan bir varlık sahası olarak değil, sürekli bir oluş ve akış süreci olarak görmemiz gerektiğini telkin eder. Düne takılıp kalan, geçmişin zaferleriyle avunan veya mağlubiyetlerinin yasını tutan bir zihin, tıpkı bir bataklık gibi kokmaya ve çürümeye mahkûmdur. Zira dün, bütün muhtevasıyla birlikte geçip gitmiştir. Dünün güneşiyle bugünün çamaşırı kurutulmaz. Dünün bilgisi, bugünün meselelerini çözmek için kâfi gelmeyebilir. Bu sebeple Hz. Mevlânâ, “Bugün yeni şeyler söylemek lâzım” diyerek insanı fikrî ve ruhî bir teceddüde davet eder.
Bu “taze söz,” sadece dilde bir yenilik değil, kalpte, fikirde ve amelde bir yenilenmedir. Her yeni gün, Allah’ın insana bahşettiği yeni bir imkân, yeni bir tefekkür sahası ve yeni bir başlangıçtır. Kâinat, her an “teceddüd-i emsal” ile, yani varlıkların sürekli olarak yenilenmesiyle ayakta dururken, eşref-i mahlûkat olan insanın bu ilahi kanunun dışında kalması düşünülemez. İlimde, sanatta, hikmette ve fazilette her gün bir önceki günden daha ileriye gitme gayreti, bu taze sözü söyleme arayışının bir neticesidir.
Tarih sahnesinden silinen nice medeniyetin ve fikrî akımın ortak vasfı, kendilerini yenileyememeleri, zamanın getirdiği yeni suallere eski cevaplarla karşılık vermeye çalışmalarıdır. Onlar, akan suyun diriltici tesirinden mahrum kalarak ataletin girdabında boğulmuşlardır. Hz. Mevlânâ’nın bu hikmetli uyarısı, sadece fertler için değil, aynı zamanda toplumlar ve medeniyetler için de bir hayat düsturudur. Canlı kalmak, taze kalmak ve ileriye gitmek isteyen her fert ve her toplum, geçmişin tecrübesini bir temel olarak almalı, fakat nazarını ve gayretini bugünün taze sözünü söylemeye ve geleceği inşa etmeye teksif etmelidir.
Özet
Hz. Mevlânâ, bu beyitlerde hayatın sürekli bir akış ve yenilenme içinde olduğunu vurgular. İnsanın, donukluktan ve ataletten kaçınarak tıpkı bir akarsu gibi daima hareket hâlinde olması gerektiğini belirtir. Geçmişin geride kaldığını ve düne ait sözlerin geçerliliğini yitirdiğini ifade ederek, her yeni günde yeni bir anlayışla, taze bir fikir ve sözle hayata devam etmenin lüzumunu öğütler. Bu, fikrî ve ruhî tekâmül için teceddüdün şart olduğunu anlatan bir hayat felsefesidir.
2. Hayâlî Bey’in Beyti Üzerine Bir Tahlil: Kanaat ve Tecerrüd Kanatları
Beytin İktibası
Osmanlıca Metin:
سخن شهبازيم مرغان قدسه شكار مدر
قناعتله تجردن خيالى پر و بالم وار
Latin Harfleriyle:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Suhan şehbâzıyım murgân-ı kudse şikârımdır
Kanâ’atle tecerrüdden Hayâlî perr ü bâlim var
Hayâlî Bey
Günümüz Türkçesiyle İzahı:
Söz avlayan bir doğan kuşu gibiyim, kutsal kuşlar olan derin mânâları avlıyorum.
Kanaat ve dünyaya ait her şeyden vazgeçip Allah’a yönelmiş olma duygusundan oluşan hayali kol ve kanadım var.
İzah ve Tahlil
• Divan şairlerinden Hayâlî Bey’in bu muhteşem beyti, şairin kendi sanatını, ilham kaynağını ve dünyaya bakışını tasvir eden bir “fahriye” örneğidir. Beyit, son derece zengin ve katmanlı bir mana ihtiva etmektedir.
İlk mısrada şair, kendini bir “suhan şehbâzı” olarak tanımlar. “Suhan,” söz, “şehbâz” ise akdoğan, yani en yırtıcı ve asil avcı kuşlardan biridir. Bu benzetmeyle şair, sıradan bir söz ustası olmadığını, aksine söz ve mana âleminin en usta avcısı olduğunu ifade eder. Onun avı (“şikârı”) ise sıradan avlar değil, “murgân-ı kuds” yani kutsal kuşlardır. Bu kutsal kuşlar, ilahi ilhamlar, derin manalar, latif hikmetler ve gayb âleminden gelen sırlardır. Dolayısıyla Hayâlî, maddî âlemin değil, mana âleminin avcısı olduğunu ve en değerli, en ulvi manaları avladığını beyan eder.
İkinci mısra, bu avı nasıl gerçekleştirdiğini, bu yüce mertebeye nasıl ulaştığını açıklar. Şairin bu av için kullandığı kanatlar, maddî kanatlar değildir. Onun kanatları (“perr ü bâl”), iki temel faziletten müteşekkildir: “kanaat” ve “tecerrüd.” Kanaat, elindekine razı olmak, dünya malına ve hırsına sırt çevirmektir. Tecerrüd ise, maddî bağlardan ve kesretten soyutlanıp Vahdet’e, yani Allah’a yönelmektir. Bu iki fazilet, şairin ruhunu dünyevi ağırlıklardan kurtarır, onu hafifletir ve mana semalarında uçuracak kanatlara dönüştürür. “Hayâlî” kelimesi hem şairin mahlası olarak hem de “hayale ait, hayalden ibaret” manasında kullanılarak bir tevriye sanatı yapılmıştır. Yani onun kanatları maddî değil, hayal ve mana âlemine aittir ve bu kanatları ona kanaat ve tecerrüd faziletleri vermiştir.
Bu beyit, gerçek sanatın ve hikmetin, maddî hırslardan ve dünyevi bağlardan arınmış bir kalpte tecelli edebileceğinin en güzel edebi isbatlarından biridir.
Hikmetli Makale: Mana Âleminin Avcısı ve Kanaat Kanatları
İnsanın kıymeti, himmeti ve gayesi nispetindedir. Kiminin bütün gayesi şu fani dünyanın geçici metaını toplamak, kiminin himmeti ise baki olan mana âleminin incilerini avlamaktır. Büyük şair Hayâlî Bey, kendi duruşunu ve sanatının kaynağını ortaya koyduğu o eşsiz beytinde, kendini ikinci zümreden sayarak şöyle seslenir:
Suhan şehbâzıyım murgân-ı kudse şikârımdır
Kanâ’atle tecerrüdden Hayâlî perr ü bâlim var
Bu mısralar, sadece bir şairin övünmesi değil, bir hayat felsefesinin ve bir hikmet yolculuğunun beyanıdır. Hayâlî, kendini söz ve mana âleminin asil bir avcısı olan “şehbâz”a benzetir. Onun av sahası, bu daracık dünya değil, sonsuz mana semalarıdır. Avladıkları ise etten kemikten mahluklar değil, ilahi ilhamların ve derin hakikatlerin timsali olan “kutsal kuşlar”dır. Bu, sanatın ve düşüncenin, zahiri kabuktan sıyrılıp derûnî öze, hakikatin kendisine yönelmesi gerektiğinin altını çizer. Sanatkâr, görünenin ardındaki görünmeyeni, söylenenin ardındaki söylenmeyeni avlayan bir mana avcısı olmalıdır.
Peki, bu yüce av için gerekli olan vasıta nedir? İnsanı bu dar dünya kafesinden kurtarıp mana semalarında uçuracak olan kanatlar nelerdir? Hayâlî Bey, bu sualin cevabını da aynı beyit içinde verir: “kanaat” ve “tecerrüd.” Hırs, tamah ve dünya sevgisi, ruhun ayaklarına bağlanmış en ağır prangalardır. Bu prangalarla mana âleminde uçmak mümkün değildir. İşte kanaat, bu prangaları kıran bir makas gibidir. Elindekiyle yetinme, aza razı olma fazileti, insanı dünya malının kölesi olmaktan kurtarır ve onu hür kılar.
Tecerrüd ise, bu hürriyeti bir adım öteye taşıyarak ruhu bütün masivadan, yani Allah dışındaki her şeyden soyutlama hâlidir. Kalbi fani sevgilerden arındırıp sadece Baki olanın sevgisine ve tefekkürüne açmaktır. İşte bu iki ahlaki esas, yani kanaat ve tecerrüd birleştiğinde, ruha öyle manevi kanatlar takar ki, o ruh artık mana âleminin en yüksek zirvelerine pervaz edebilir. Hayâlî’nin “hayali kanatları” bu manevi yükselişin bir ifadesidir. Bu, bize göstermektedir ki, büyük eserler, büyük fikirler ve derin hikmetler, ancak dünyevi hırslardan arınmış, kanaatle zenginleşmiş ve tecerrüdle safileşmiş kalplerden sadır olabilir.
Özet
Hayâlî Bey, bu beytinde kendini söz ve mana âleminin kutsal hakikatlerini avlayan asil bir avcı kuşuna (“şehbâz”) benzetir. Bu yüce avı gerçekleştirmesini sağlayan kanatlarının ise maddî olmadığını, “kanaat” ve dünyevi bağlardan “tecerrüd” (soyutlanma) gibi iki büyük faziletten meydana geldiğini söyler. Beyit, gerçek sanatın ve hikmetin, maddî hırslardan arınmış, kanaat sahibi ve maneviyata yönelmiş bir ruhta tecelli edebileceği fikrini işler.
3. Lâedrî’nin Beyti Üzerine Bir Tahlil: Muhâlif Rüzgâr ve Harman Misâli
Beytin İktibası
Osmanlıca Metin:
مال و ملكه مغرور اولما ديمه وارمی بن کبی
بر مخالف روزکار اسر صورور خرمن کبی
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Mâl ü mülke mağrûr olma deme var mı ben gibi
Bir muhâlif rüzgâr eser savurur harman gibi
Lâedrî
Günümüz Türkçesiyle İzahı:
Malım mülküm var diye gururlanıp benim gibi var mıdır deme.
Bir gün rüzgâr beklemediğin yönden eser ve bütün varını harmanının savrulması gibi savurup götürür.
İzah ve Tahlil
”Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) kaydıyla anılan bu beyit, halkın ortak hafızasında ve hikmetinde yer etmiş, cihan şümul bir hakikati dile getiren son derece etkili bir eserdir. Beyit, insanın en büyük zaaflarından olan mal ve mülk ile gururlanma (mağrur olma) ve kibirlenme üzerine kuruludur.
İlk mısra, doğrudan bir ihtar ve nehiy (yasaklama) ile başlar: “Mâl ü mülke mağrûr olma.” Bu, beyitin ana fikridir. İnsanın, elindeki servete, makama ve güce aldanmaması gerektiği vurgulanır. Ardından bu gururun en yaygın dışavurumu olan “deme var mı ben gibi” (benim gibi olan var mı?) sözüyle kibir tenkit edilir. Bu ifade, Karun’dan beri nice servet sahibinin düştüğü büyük bir yanılmadır. Kendini sahip olduğu mülk ile tanımlama ve başkalarından üstün görme hatasıdır.
İkinci mısra, bu gururun ve kibrin ne kadar boş ve temelsiz olduğunu çarpıcı bir benzetme (teşbih) ile ortaya koyar. Bütün o biriktirilen mal ve mülk, bir “harman”a benzetilir. Harman, çiftçinin bütün bir yıl boyunca emek verip tarladan topladığı, değerli ve birikmiş ürünüdür. Ancak bu harman, ne kadar büyük olursa olsun, tek bir şeye karşı son derece savunmasızdır: rüzgâr. “Bir muhâlif rüzgâr,” yani beklenmedik bir yönden esen sert bir rüzgâr, o koca harmanı bir anda “eser savurur harman gibi.” Bu rüzgâr; ölümü, iflası, bir felaketi, bir hastalığı veya makamdan düşmeyi temsil edebilir. Netice itibarıyla, insanın senelerce biriktirdiği, üzerine titrediği ve gururlandığı her şey, bir anda yok olup gidebilir.
Bu beyit, dünya hayatının ve ona ait olan her şeyin geçiciliğini (fena), insanın ne kadar aciz olduğunu ve gururun ne denli anlamsız bir duygu olduğunu hikmetli bir lisanla anlatır. Teşbihin gücü, soyut bir ahlaki ilkeyi, herkesin anlayabileceği somut bir tabiat manzarasıyla birleştirerek mesajı zihinlere ve kalplere nakşetmesidir.
Hikmetli Makale: Gurur Harmanını Savuran Rüzgâr
İnsanoğlu, topraktan yaratıldığını unutarak toprağa sahip olma, onu biriktirme ve biriktirdikleriyle övünme gibi bir yanılgıya düşer. Elde ettiği mal, ulaştığı makam ve kazandığı güç, ona sahte bir ebediyet ve üstünlük hissi verir. Kibrin en tehlikeli fısıltısı olan “Benim gibi var mı?” sualini kendi kendine sormaya başlar. İşte tam bu noktada, kadim hikmet, söyleyeni bilinmese de sözü çağları aşan bir beyitle onu ikaz eder:
Mâl ü mülke mağrûr olma deme var mı ben gibi
Bir muhâlif rüzgâr eser savurur harman gibi
Bu beyit, hayatın en temel ve en sık unutulan hakikatlerinden birini hatırlatır: fânilik. İnsanın büyük bir emekle, hırsla ve gayretle yığdığı servet ve şöhret, bir harman yığınından farksızdır. O harmanın sahibi, yığınına bakar, onun büyüklüğüyle gururlanır ve kendini güvende hisseder. Oysa bütün o emek, bütün o birikim, tabiatın tek bir hadisesine, “muhâlif bir rüzgâr”a bağlıdır. Nereden ve ne zaman eseceği belli olmayan o sert rüzgâr çıktığında, daneyi samandan ayırdığı gibi, hakikati de yanılgıdan ayırır. O an, insanın gururlandığı her şeyin ne kadar temelsiz, ne kadar geçici olduğu acı bir şekilde ortaya çıkar.
Tarih, harmanları bir anda savrulmuş nice Karunların ibretlik hikâyeleriyle doludur. Gemi batmaz denen nice imparatorluklar, yıkılmaz denen nice saltanatlar, bitmez denen nice servetler, bir muhâlif rüzgârla tarihin tozlu sayfalarına karışıp gitmiştir. Bu rüzgâr, bazen bir savaş, bazen bir ekonomik buhran, bazen bir tabii afet, bazen de ansızın kapıyı çalan bir ecel olmuştur. Sebebi ne olursa olsun, netice değişmemiştir: Gururun sonu hüsran, mülkün hakiki sahibinin Allah olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir.
Bu beyit, bizlere mülkün bir emanet olduğunu hatırlatır. Emanete hıyanetlik ise onunla gururlanmak, onu vereni unutup kendini malik zannetmektir. Hakiki fazilet, servete sahip olmak değil, servetin insana sahip olmasına izin vermemektir. Elindeki imkânları bir harman gibi yığıp onunla kibirlenmek yerine, o harmanı ihtiyaç sahiplerine dağıtarak rüzgârın savuramayacağı ebedi âleme göndermektir. Zira muhâlif rüzgâr estiğinde ayakta kalacak tek şey, emanete sadakatle ve şükürle yapılan salih amellerdir.
Özet
Bu anonim beyit, mal ve mülke duyulan gururun anlamsızlığını ve tehlikesini vurgular. İnsanın sahip olduğu zenginlikler, bir harman yığınına benzetilir. Ne kadar büyük ve etkileyici olursa olsun, bu yığının beklenmedik bir yönden esecek sert bir rüzgârla (“muhâlif rüzgâr”) bir anda dağılıp yok olabileceği belirtilir. Beyit, dünya malının geçiciliğini, kibrin boşluğunu ve her an her şeyin kaybedilebileceği gerçeğini hatırlatan kuvvetli bir ahlaki ve hikmetli ihtardır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()